Neden Markalaşamıyoruz?

Neden Markalaşamıyoruz?

Yaklaşık 40 yıllık bir serüven Avrupa Birliği... Avrupa bizi istiyor; istemiyor... Dünya bizi seviyor, sevmiyor...

İster Avrupa Birliği, Avrupa olsun; ister dünya olsun, biz nasıl biliniyor, nasıl tanınıyoruz? Türkiye nasıl bir imaj oluşturabilmiş; olması gereken gibi mi; olmaması gereken gibi mi?...

İmaj araştırması nedir? Nasıl yapılır? Sonuçları nasıl değerlendirilir? Bu sonuçlar değerlendirildikten sonra ne yapılır? Bunu, bu işleri kimler yapar; hangi bilgi ve tekniklere dayanarak yapar? Bu kişiler hangi yeterlilikte olmalıdır? Onları seçecek kişiler hangi yeterlilikte olmalıdır?...

Bugün sadece ülkemizde değil, iş dünyamızda da firmalarımız aynı problemlerle hep karşı karşıya... Ya kendi kendilerine bu sorunları aşmaya çalışıyorlar ya da en iyi bulabildikleri birilerine danışıp bu işleri yapmaya, yaptırmaya çalışıyorlar.

Peki sonuç? Maalesef pek de iç açıcı değil. Çünkü bir çok kişi, kurum, kuruluş, kendileri, ürün / markaları için çok büyük paralar harcıyor ama buna rağmen gerçekten markalaşma açısından ticari başarıyı maksimum düzeye getirebilmiş (marka olabilmiş) firma / markalarımızın sayısı henüz çok fazla değil.

Sebep?
%100 başarı için 6 konuda başarı şart

Önce iş dünyamıza bakalım; bütün ticari kuruluşlar 3 konuya odaklı çalışırlar;
1- İyi işletmek,
2- İyi üretmek,
3- İyi pazarlamak...

Bir işletmenin içinden baktığımızda, başarı için bu 3 konuda mutlak başarı şart. Bu nedenle bütün kuruluşlar bu 3 konuyu en iyi şekilde yapmaya, başarmaya çalışırlar. Ve bir gün gelir, bakarlar ki, bir noktaya gelmişler, o noktadan sonra daha başka şeyler daha yapmaları gerekiyor, bunları yaparlarsa ticari verimlilikleri neredeyse % 50, hatta belki de % 100 artacak, ama nasıl?

İşte bu noktadan itibaren firmalar tam olarak ne yapacaklarını bilemiyor, çeşitli konularda, çeşitli sancılar başlıyor için için. Bu çizgi nasıl aşılacak?..
Yukarıda saydığımız 3 konudan sonra kurum / marka imajının oluşturabilmek, %100 marka başarısına erişebilmek için 3 konu daha var firmaların başarılı olarak yapmaları gereken. Bunlar da;
4- (Etkili) Görsel Kimlik,
5- (Etkili) Reklam ve
6- (Etkili) PR (Qublic Relations / Halkla İlişkiler).

İşte firmaların kurum / marka imajı oluşturma, markalaşmaları konusunuda bir türlü yapamadıkları, başarılı olamadıkları konular da bunlar oluyor.

Neden? Çünkü bu konular genellikle ve çoğunlukla (firmaların uzmanlık alanı olmadığından) dışarıdan (firma dışından) hizmetler oluyor, ancak aşağıda yazacağımız olumsuzluklar nedeniyle tam olarak alınamıyor bunlar...

Nedir bu olumsuzluklar?
1- 4 ayrı konunun uzmanlığı gerekiyor

Bir kurum / marka imajı oluşturmak için İşletme, Üretim ve Pazarlama dışında, yukarıda Görsel Kimlik, Reklam ve PR konularında da başarılı olmaktan söz ettik. Bu konulardaki çalışmaları yapabilmek için Reklam, PR ve Grafik Sanatlar bilgileri gerekmektedir; aynen kulak - burun - boğaz doktorluğunda olduğu gibi. Ve bunlara ilaveten bir de Pazarlama bilgisi gerekiyor... Yani 4 ayrı konunun bilgisi, uzmanlığı gerekmekte bu işleri anlayıp, yapabilmek için... Bu arada işin daha da zoru, bu bilgilerin önce kendi aralarında, sonra da firma / markaya entegrasyonu gerekmektedir.

2- Veya 4 konunun uzmanı tek kişi...
İşte, marka, imaj çalışmalarında bu 4 ayrı konunun tek tek en iyi uzmanlarını bulmak, sonra da bu uzmanları fikren anlaştırıp, bilgilerini uyum içinde firma / markaya entegre edebilmek son derece zor bir iştir. İşin daha da zoru, bu 4 konunun uzmanlığına sahip tek bir uzmanı bulabilmek...

3- Firmaların bu işleri bilmemesi
Kurum / marka imajı oluşturabilmenin en büyük zorluklarından birisi de, bu çalışmaları yaparken, işi yapan (Reklam Ajansları, PR kuruluşları) kadar, yaptıran tarafın da (firma) bu işlerden anlaması gerekliliğidir. Çünkü işi iki taraf da çok iyi bildiğinde başarı %100 olurken, iki taraf da hiç bilmediğinde sonuç kocaman bir sıfır olmaktadır.

Burada öncelikli olarak anlatılmak istenen şudur; firma tarafının ana iş kolu olmadığından, doğal olarak kendi bünyelerinde bu işlerin uzmanı / uzmanları bulundurmaları da mümkün olamamaktadır. Oysa firma tarafında bu işlerden anlamayan yöneticiler olduğunda (ki genel olarak bu böyle oluyor), bu işler ortalama %50 başarısızlık noktasından başlamaktadır. Bu nedenle “İyi bir reklamın arkasında mutlaka iyi bir reklam veren bulunur” lafı bu gerçeği açıkça vurgulamaktadır.

Peki ne yapılmalı? 
Her işin başı eğitim... Ya bu işlerden sorumlu olacak yöneticiler kısa süreli eğitimlere tabi tutulduktan sonra bu işlere başlanmalı ya da bu işlerin gerçek uzmanı kişilerden denetim danışmanlığı hizmeti alınmalıdır. Aynen hukuk, muhasebe, finans, dış ticaret vs. konularında olduğu gibi... Yani işi yapanların (dışarıdan alınan Reklam ve PR hizmetleri) çalışmalarını değerlendirmek, firma tarafından denetlemek, yapılan işlerden yüksek verim alabilmek için (işi yapanlar dışında), başka uzmanların da danışmanlığına mutlak ihtiyaç vardır.

4- Yüksek dizayn bilgisi gerektiriyor
Ülkemize baktığımızda henüz başarılı (etkili) Görsel Kimlik oluşturabilmiş firma / markaların sayısı hala 20’ler civarında (Garanti Bankası, THY, Denizbank, Yapı Kredi Bankası, Petrol Ofis, Turkcell, Varan, Ulusoy...). Aslında sorsanız tüm firma / markaların Görsel Kimliği (kendilerine göre) var; ama aslında maalesef yok... Yani bu görsel kimliklerin markalarına etki sağlayacak herhangi bir güçleri bulunmamaktadır. Yani Görsel Kimlikler o firma / markaların hedef kitleleri üzerinde herhangi bir etki, marka heyecanı yaratamamaktadır.

Bilinmelidir ki, kurum / marka imajı yaratabilmek için Görsel Kimlik dizaynlarının minimum B1 kategorisinde olması gerekmektedir. Çünkü A1, A2, B1, B2, C1, C2 hedef kitle gruplarına göre yapılan, adlandırılan dizaynlar ancak B1 ve yukarısı kategorisinden (A1, A2) sonra kurum / marka imajına etki gücü sağlayabilmekte, bu kimlikler (daha çok ucuz olmaları nedeniyle) ucuz ajans ve grafikerlere yaptırıldığından B1 ve üstü kategorilere çıkamamaktadır. Yine bilinmelidir ki, B1 ve üstü kategorilerde dizaynları ancak çok iyi üniversetilerin Grafik Sanatlar bölümlerinden mezun olan grafiker / art direktörler yapabilmektedir. Fakat bu kadar önemli bir konuyu bu işlerle uğraşan çok az kişi bilebilmektedir.

Durum, reklamlara baktığımızda da pek farklı değil ülkemizde... Örneğin daha henüz ne reklam yapanlarımız, ne de yaptıranlar, reklamın uzun vadede asıl gücünü oluşturan Reklam Kimliği’nin ne anlama geldiğini hala anlamış değillerdir. Bu da Reklam Kimliği yaratabilmiş firma / markalarımızın sayısının henüz daha 10’lar civarında olduğundan açıkça görülmektedir (Turkcell, Arçelik, Sütaş vs. gibi).

Şu anda ülkemizde yapılan reklamların %90 gibi çok büyük bir kısmımın etki güçleri düşüktür. Çünkü bu sektörde çalışanların büyük bir çoğunluğunun bu konularda eğitimi yoktur. Bu arada başarısız birçok reklam yarışmalarda ödül alabilirken, bu ödüller piyasada “değer” açısından birçok anlam karmaşası yaratmakta, insanlar, iş dünyası, neyin gerçekten doğru / yanlış, güzel / çirkin, başarılı / başarısız olduğu konusunda çelişkiye düşmektedirler. Sonuç olarak bu durum, çığ gibi büyüyen reklam sektöründeki uzman olmayan uzmanların yolunu, daha çok uzun süre açık tutacağa benzer...

5- Uzman olmayan uzmanlar sorunu

Son zamanlarda çok duyuyoruz; neredeyse çok moda oldu; “Marka oluyoruz”, “Marka olacağız”, “Marka olamadık”, marka aşağı, marka yukarı... Bu arada yabancı isimli, hiç adını ismini bilmediğimiz, duymadığımız, “dünyanın en büyük gruları”, “dahileri” birbiri arkasına Türkiye’ye gelip gitmekte, bu kişiler büyük paralara yarım saat - bir saat içinde, bırakın Türkiye’yi, dünya çapında marka olmanın müthiş(!) sihirli formüllerini (kendilerine göre) verip gidiyorlar. Sonuç?
Hala herkes soruyor; “Biz bu işi nasıl yapacağız?”.

Ülkemizde markadan çok “Marka” lafı üretilir oldu. İnsanlar bir sürü uzman olmayan uzmanlardan marka hikayeleri dinliyip duruyor. Meydan serbest... Ama hala herkes bu işi gerçekten nasıl yapacağını bilmiyor, bilemiyor. Çünkü maalesef marka oluşturmak, hayat hikayeleri dinlemekle değil, tamamen teknik bilgiye dayalı olabilmektedir; bu unutulmamalıdır.

6- Ajans olmayan ajanslar

Evet, birşeyler popüler olmasın, ortalık hemen uzmandan geçilmiyor. Grular, dehalar, dünyanın en büyükleri, en başarılıları, dünyanın 1 numaraları, kitabı 5 milyon, 10 milyon satanı... Meğer ne kadar dahi varmış dünyada, biz bilmiyormuşuz... Bu arada firmalarda toplantı üstüne toplantılar; zaten karışık olan kafalar, karışık mı daha da karışık... Biri; “Bir ajans arayalım bari” diyor. Diğeri; “Benim iyi bir tanıdığım var” diyor (neye göre iyi ise?!). Ve artık en azından herkes biliyor ki, iyi bir ajans bulmadan bu iş olmuyor. Ve tabii ki de bir de iyi bir PR şirketi...

Ajans mı? Her yer ajans. Aslında aramaya hiç gerek yok; herkes zaten reklamcı ülkemizde... Sadece İstanbul’da 1986 rakamlarıyla 11.000 adet, adı “Reklam Ajansı” olan ajans vardı. Şimdi (2004’de) büyük ihtimal bu rakam 20.000’lerde... Tabelcılar, matbaacılar, out-door’cular, digital baskıcılar; hepsi reklamcı... Bırakın adı ajans olan ajansları, yan sektörlerdekiler de reklamcı. Yani (doğrudur) reklam işleriyle uğraşıyorlar... Bu firmaların her birinde ortalama 4 kişi çalışsa, sadece 80.000 uzman eder, sadece İstanbul’da.

Sonuç?

Hala binlerce firma, kurum / marka marka olamadıklarından, firma / marka verimliliklerini arttıramadıklarından şikayetçi... Ne firmalar, ne de bu işlerde çalışyanlar, nedense hala bu işleri tam olarak nasıl yapabileceklerini çözebilmiş değil; çünkü yapılanların çoğu bilgiye değil, sezgi ve tahminlere dayalı. “Algılama Yönetimi” ise rast getire... Ve gizliden gizliye hemen herkesin kafasında aynı sorular; “Acaba yaptıklarımız yapmamız gerekenler miydi, yapmamamız gerekenler mi?”, “Nasıl daha iyi yapabilirdik?, Neleri yapabilirdik?”, “Acaba paramızın tamamını verimli kullanabildik mi?”, “Bu veriler, sonuçlar bize gerçekten doğruyu söylüyor mu?”, “Bu ajans bu işi gerçekten iyi biliyor mu?”. “Ya PR şirketimiz?”, “Biz gerçekten marka oluyor muyuz?, Olduk mu?”, “Bu işin tam olarak doğrusunu kim / ler bilebilir?”, “Biz gerçekten neler yapmalıyız, neler yapmamalıyız?” vs., vs...

Evet, bugün bir berber kalfası olmak için bile diploma gerekirken, bu sektörde çalışanların (hem yapan, hem yaptıran taraflar) büyük bir çoğunluğunun Reklam, Halkla İlişkiler, Pazarlama ve Grafik Sanatlar konularında hiç bir eğitimleri yok. İşin kötüsü, almaya da...

Sonuç?

Boşa giden paralar...

7- Operatörler sorunu

Yukarıda yazdık; “Reklam Ajansı” adı altında çalışan, “Reklam Ajanslarına o kadar fazla para vermeye ne gerek var, biz size aynı işi daha ucuza, aynı kalıtede yaparız” diyen bir sürü matbaa, out-doorcu, serigraf atölyesi, digital baskıcı hatta fotoğraf stüdyosu var şu anda firmaların marka ve tanıtım işlerini yapan, yapmaya çalışan... Ve buralarda “grafiker” adı altında çalışan, sadece Photoshop ve Freehand programlarını iyi bilen, eğitimsiz binlerce operatör var. Kendilerince dizayn yapmaya çalışıyorlar. Yapıyorlar da. Ama bunların %99’u C1, C2’den yukarı da çıkamıyor... Ve birbirinden kötü, hiçbir grafik, reklam, iletişim ve tanıtım değeri olmayan, mesajları hedef kitleleriyle buluşmayan bu dizaynlar ülkemizde her geçen gün artıyor, çeşitli iletişim ortamlarında (gazeteler, TV kanalları, out-door, internet vs.) yayınlanıyor, büyük bir başı bozukluk içinde çığ gibi büyüyen bu gidiş, şehirlerimizde (özellikle açık hava reklamlarında) bambaşka bir gecekondulaşmaya sebep oluyor... Acaba bunları kimler görebiliyor, anlayabiliyor, hatta rahatsızlık duyuyor?

8- Dizayn çalışmalarının kolay yapılır işler olduğunun sanılması

Buraya kadar marka, imaj çalışmalarını başarısız kılan sebepleri topladığımızda, işin yoğunlukla bilgi eksikliğine bağlı olduğunu, bu işleri yapan ve yaptıran tarafların bu işleri tam olarak bilemediklerini, doğal olarak da harcanan paraların büyük ölçüde boşa gittiğini anlatmaya çalıştık. Bütün bunlara sebep teşkil eden konuların başında da, bu işlerin kolay yapılır işler gibi görünüp algılandığını söyleyebiliriz. Oysa bunun böyle olmadığı, sadece öğrendikçe anlaşılabilmektedir.

Şimdi gelelim ülkemizin imaj sorununa...

“Markayla ülkenin ne alakası vardır?” diyebilirsiniz; doğrudur. Ama bir de iyi bir söz vardır; “İyi soru sadece bilgili insan tarafından sorulur” diye... Bu ne demektir? Bizim de konumuz burada marka... Yani konu hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan bir kişi de, doğaldır ki böyle bir soru sorulabilir.
Görüyoruz; bugün İşletme, Pazarlama ilgili kitaplarının hemen hepsinde “mal ve hizmet”lerden söz edilir. Oysa artık şahıslar (sanatçılar, devlet adamları, işadamları, vs.), fikirler (siyasi partiler), hatta ülkeler için de verimlilik, verimsizlik, başarı, başarısızlık, karlılık, imaj, vs. önemli bir hale gelmiştir. Hatta şehirler, belediyeler için bile...

Yukarıda markalar konusuna iş dünyası penceresinden baktık; yani mal ve hizmetlerin ürün olarak pazarlanmaya çalışıldığı, markalaştırılmak istendiği günümüz dünyasından... Bir ülkenin de markalaşması, dünya pazarında verimliliğini arttırabilmesi için, hem sınırları içinde üretilen mal ve hizmetlerinin mümkün olduğunca dünya çapında markalaştırılması (dünyada tanınan markalarının sayısının arttrılması), hem de ülkenin bir bütün olarak (bir ürün olarak değerlendirilip) markalaştırılması şarttır.
Bakıldığında, bir ülkenin markalaştırılması ile bir ürünün markalaştırılması arasında çok büyük farklılıklar bulunmamaktadır. Ülkemizin de markalaştırılması için yazımızın en başlarında anlattığımız 6 konuda başarılı çalışmalar yapılması şarttır. Ve tabii ki bütün bu çalışmaların bilgiye dayalı olması...

Sonuçları itibariyle baktığımızda (bizim son 40 yılda gördüğümüz kadarıyla), hemen her konudaki çözümsüzlükler ve başarısızlıkların arkasında, ülkemizde yine bilgi eksikliği olduğunu görmekteyiz. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde, bugün artık büyük şirketlere örneğin üst düzey yönetici olarak girebilmek için en az doktora düzeyinde eğitim almış olmak gerekirken, bugün ülkemize hala ilkokul mezunları bakan olabilmektedir. Bu gerçek, en tepeden aşağılara doğru tüm yönetim kademelerinde binlerce olumsuzluğu da arka arkaya getirmekte; ortam, bilgiye, bilgili insanlara değer vermeyen, “değerli” değil, "önemli" insanlar üretmekten yapıya dönüşmektedir. Bunun sonuçları, aşağıda sadece küçük bir kısmına değineceğimiz yüzlerce sorun olarak çözümlenmeyi beklemekte, bu sorunlar büyüdükçe ve bunlara hergün bir yenisi eklendikçe ülkemizin “ürün” olarak imaj puanları her geçen gün daha aşağıları doğru düşmektedir

Bir konu hakkında koşabilmek, bazı şeyleri değerlendirebilmek için önce o konu hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmak gerekmektedir. "İmaj" konusu da böyle bir konudur ve yoğun bilgi gerektirmektedir. Bu konuların yarısı teknik konular olurken, diğer yarısı artistik konulardır. Özellikle de teknik konular neyse de artistik konuları algılayıp, değerlendirebilmek son derece zordur (mutlaka görsel sanatların birinde, iyi bir üniversitede eğitilmiş olmayı gerektirmektedir). İşte yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız bir sürü zorluk nedeniyle bunların sonuçlarının da yönetenlerce ve büyük kitlelerce algılanamaması da normal olmaktadır. Biz de bu düşünceyle, ülkemizin imaj notlarını gittikçe düşüren, gerçekten çok yüksek dozda tehlike sinyalleri veren bazı konularda ilgililerin dikkatini çekmek istiyoruz.

Nedir bu konular?

Kalitemiz gittikçe düşmektedir. Marka olmanın kriterleri içinde en önemlilerden biri "Kalite"dir. Yani markalaşacak ürününüzün mutlaka kaliteli olması gerekmektedir. Bu da (A1, A2, B1, B2, C1, C2 ürün / hede kitle kategorizasyonu içinde) minimum "B1" kategorisinde olmanız gerektiği anlamını taşımaktadır. Peki ürün olarak baktığımızda biz nerelerdeyiz?

İşte imajımızı her geçen gün daha aşağılara doğru çeken olumsuzluklarımızdan bazıları;

- Nüfusumuz plansız - programsız bir şekilde büyük bir hızla artmaktadır. Bu artışta en büyük yoğunluk C1, C2’dedir.

- Kişi başına milli gelir çok düşük düzeylerde seyretmekte, işsizlik hızla artmakta, büyük bir kesim düşük ücretlere çalışmaktadır.

- Nüfus artışına paralel olarak eğitim ve sağlık olanakları artırılamamaktadır.

- Yoğun nüfus artışı, eğitimsizlik, gelir düzeylerindeki düşüklük ve sağlık problemlerindeki olumsuzluklar çoğunluktaki insan kalitesini her geçen gün daha aşağılara düşürmektedir.

- Neredeyse tüm şehirlerde %70-80 oranlara varan gecekondulaşma ve çirkin yapılaşma hala hiç bir kesimi aynı orantıda rahatsız etmemektedir. Ve üzücüdür ki bu durum, aslında artık tedavisi imkansız bir boyuta doğru gelmektedir.

- Şehirler, bölgeler, beldeler arasında en ufak bir fark kalmamış, hemen her yer adeta homojen bir çirkinliğe doğru büyük bir hızla ilerlemektedir. Ne yazık ki büyük bir kesim, bu gidişi “gelişme” olarak algılamaktadır.

- Tarihi eserler büyük bir hızla ve bilinçsizce son yüz yıl içinde katledilmiş, yakılıp, yıkılıp yok edilmiştir (Hürriyet Gazetesi’nin geçen yıl Sultanahmet Camii’nden çalınan çinilerle ilgili bir başka haberine göre, değil çiniler; sadece Eminönü ve çevresinde 120 tane cami kayıp imiş!)... Çok büyük camiler, saraylar vs. dışında şehirlerimizde hemen hemen hiç bir eski bina kalmamıştır. Örneğin İstanbul’un 80-90 sene önceki resimlerindeki binalardan bugün eser yoktur. Oysa dünyanın tüm ileri, gelişmiş ülkelerinde bırakın yüzyılı, çağlardan beri en ufak bir yapı yıkılmamakta, bunlar devamlı restorasyon ve bakımlarla yenilenmekte, güzelleştirilmekte, sonra tüm dünyanın insanları deniz-güneş dışında işte bu değerleri akın akın görmeye gitmektedir.

- Sıra şimdi yakın tarihimizdedir. İstanbul’da Maçka Otel, İncirli’de Ömür Restoran yıkılmıştır. Türk filmlerinin vazgeçilmez dekorları olan bu yapılardan Tarabya Oteli gündemde, İzmir’de Büyük Efes Oteli’ ise sırada... Medyamız “Televole” programları ile reyting, para kazanma derdinde, aydınlarımız ise tepkisiz...

- Tarihsel boyuttaki tahribatın turizmi etkileyen en önemli boyutlarından biri de neredeyse tüm sahillerimizde yaşanmakta... Sahillerimizin tamamına yakını ya turistik tesislerce, ya tatil köylerince ya da birbirinden çirkin sitelerle kapatılmış durumdadır. Tüm dünyada sahiller hiç kimsenin özel mülkü olmayıp, tüm insanlara açıkken, bunlar doğal pilaj olarak halka sunulmakta, bizde ise sahillerimizden başlayan istila, bugün çirkin yapılaşmayla harmanlanıp, neredeyse tüm sahil beldelerimizdeki estetik ve kalite değerlerini tamamen yok etmektedir. Kuşadası, Bodrum şu anda bunların en nadide örnekleridir. Ancak bu üzücü gidişten de hemen hiç bir çevre aynı ölçüde bir rahatsızlık duymamaktadır.

- Bildiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz kadarıyla dünyanın en kötü trafiği Türkiye’dedir. Her yıl binlerce kişi ölmekte, yüz binlerce kişi yaralanıp sakat kalmaktadır. Ve 40 yıldır ülkemizin en büyük sorunları arasında, baş sıralarda yer alması gereken bu konu, dünyanın 2005’lere geldiği şu son yıllarda bile hala çözümsüzlüğünü korumakta, hızla tırmanışını sürdüren bu büyük problem, artık kontrolden çıkma noktasındadır... Özellikle İstanbul’da trafik artık tamamen durma noktasına gelmiştir. Günün her saatinde hemen her yerde yoğunluk neredeyse aynı durumdadır. Korna sesleri her geçen gün artmakta, yollarda yüksek süratle, araçlar arasında slalom yaparak giden trafik magandaları ve trafik teröristlerinin sayısı her geçen gözle görülür bir şekilde artmaktadır. Bu şehir eşkiyalarına dur diyecek en ufak bir eylem planı hala ortalarda görülmemektedir. Yani yapanın yaptığı, hala yanına kar kalmaktadır. Bu vahim durumun, insanların psikolojisi üzerinde yaptığı tahribatın ne büyük boyutlara geldiğini hala anlamamak, önemsememek anlaşılır gibi değildir.

- Trafikte en büyük kültür göstergelerinden biri, en basit kurallardan biri olan, "Yaya geçidinde geçme" kavramı, ne gariptir ki hala ne insanlarımız, ne de yönetenler tarafından anlaşılamamış, algılanamamıştır (Bilmeyenlere söyleyelim; ileri dünya ülkelerinde, lamba olmayan yaya geçitlerinde bir yaya karşıya geçmek üzere kaldırımda durur ise, tüm araçlar kırmızı ışık yanmışcasına durur ve yayaya yol verir.).

- Tüm dünyanın ön planda tuttuğu ve kullandığı demiryolu taşımacılığı, Cumhuriyetimizin kurulduğu yıllardan beri ne sebeptense (!) devamlı olarak geri planlara atılmış, üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde hala ve inatla denizyolları gerektiği gibi kullanılmamaktadır. Sonuçta, karayollarımızda tüm Avrupa ülkelerindekinden daha fazla sayıda kamyon dolaşmakta, bu araçların yollarda oluşturduğu yoğunluk ve tehlike ülkemiz imajını bambaşka açılardan olumsuz yönde etkilemektedir.

- Yol ve kavşaklarımızın neredeyse %90’ı yanlıştır, mühendislik hatalarıyla doludur. Halen dünyanın gelişmiş şehirlerinde eşi benzeri görülmemiş yol ve kavşakların yapımı devam etmekte, plansız - programsızlık ve büyük ihtimal bilgisizlikten dolayı bunların çoğu bir iki sene geçmeden ya tekrar yapılmakta ya da genişletilmektedir. Bu “yap-boz"larla birileri bu işleri öğrenmeye çalışırken, milli servetimiz çar-çur edilmektedir.

- Dünyanın hiç bir gelişmiş ülkesinde hiç bir yapı kolay kolay yıkılmaz, yerine yenisi yapılmaz. Eski şehirler, binalar, yollar, köprüler aynen muhafaza edilir, şehir dışa doğru geliştirilir. Yani kolay kolay şehir içlerinde hiç bir inşaat göremezsiniz... Bizim ülkemizde bunun tam tersi bir uygulama yıllardır devam etmektedir. Bitmek bilmeyen inşaatlar, yol ve genişletme çalışmaları, makina sesleri, bunların ekstra olarak yarattığı trafik sıkışıklıkları insanların sinir katsayılarını her geçen gün daha fazla arttırmaktadır. Toplumun psikolojik yapısı, eklenen diğer bir sürü etkenle birleşmekte, sonra bunların sonuçlarını hergün medyamızdan şiddet olayları olarak dehşetle izlemekteyiz.

- Yollarda olur olmaz yerlere, kimlerin hangi yetkiyle yaptığı, sözümona yavaşlatma kasisleri, bulunmaz bir çözümmüş gibi tüm şehirlerimizde büyük bir hızla yaygınlaşmaktadır. Özellikle otomobil kullananların sinir katsayısını artırmaktan başka hiç bir işe yaramayan bu kasisler, bir-kaç tane trafik teröristini yakalayıp etkisiz hale getiremeyen çözümsüzlüklerin cezasının tüm halka çektirilmesi anlamını taşımaktadır. Yani trafik teröristleri için yapılan bu kasisler, onları değil, zaten yavaş, dikkatli giden masum insanları yine yavaşlatmakta, cezalandırmaktadır. Bu arada arabalar zarar görmektedir. Böyle bir uygulama dünyanın hiç bir yerinde yoktur.

- Belerdiyeler yeniden düzenlemek adına, sağlam kaldırımları sökmekte, yeniden yapmakta, sağlam asfaltlar sökmekte, yeniden dökmektedir. Temiz caddeler, temizlik araçları ile (göstermelik) yeniden temizlenmektedir. Tarihsel değeri bulunan meydanlar bile bir-iki senede bir değiştirilmekte (tarihi değeri olan bir Beyazıt Meydanı bile sadece son 40 yılda sanırım en az 10 kere değişmiştir), bunları denetleyecek bir denetim mekanizması bulunmadığı açıktır.

- Terör, uyuşturucu, fuhuş varlığını (doğal olarak) sürdürmekte, "kap-kaç" şehirlerimizde insanların en önemli sorunlarının başında gelmektedir. Şehir terörizmi her geçen gün büyük bir hızla artarken, bunlara dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş cezaların verilmesi (verilmemesi), bu konuya hala bir çözem getirilememesi hayret ve endişe vericidir. Bu kadar önemli bir sorun her geçen gün tırmanışını sürdürürken, ilgililerin Zina Yasası ile uğraşması hayret vericidir.

- Her konuda plansız-programsızlık büyük bir hızla sürmekte, gelişimini sürdürmektedir. Bu gidiş, hala aynı bölgede neredeyse yan yana açılan 100’e yakın eczaneden, kilometrelerce benzinci olmayan yollarda, aynı tarafta yan yana 7-8 benzinciden açıkça görülmektedir.

- Eskilerden bugüne kadar sokakları, caddeleri, mahalleleri insanlar oluşturmuş, belediyeler sonradan gelip, kargacık-burgacık yol ve kaldırımlarla sözümona bunları yeniden düzenlemiştir. Bu şehircilik anlayışı bugün yine aynı şekilde (hiç bir rahatsızlık duyulmadan) devam etmektedir.

- Sokaklar, caddelerimizin büyük bir çoğunluğu tabelasız; aranan adresleri birilerine sormadan bulmak mümkün değildir. Dünyanın hiç bir gelişmiş ülkesinde görülmeyen bu garip durum maalesef, henüz bizim belediyelerimizce tam olarak anlaşılamamış, hala algılanamamıştır. Bunu zorlayacak her hangi bir itici güç hala devreye girmemiştir. Modern şehircilik örneği büyük yerleşim sitelerimizde dahi (Ataköy, Ataşehir, Halkalı Konutları vs. gibi) yanlış ("Algılama Yönetimi"ne dayanmadan yapılan) bina kodlama sistemleriyle aranan adresler, binalar birkaç kişiye sormadan asla bulanamamaktadır.

- Ülkmemizin imaj notlarını aşağılara çeken bu (kısaca değindiğimiz) konulara son yıllarda bir yenisi daha eklenmiştir; "Piknik Modası"... Özellikle İstanbul son 1-2 yıl içinde neredeyse tamamen bir piknik alanı haline gelmiştir (eskiden Belgrat Ormanlar’na gidilirdi). Bu büyük görüntü ve çevre kirliliğinin ne boyutlara geldiğini, gelebileceğini acaba kaç yetkilimiz algılayabilmektedir? Dünyada böyle bir şeyin örneği acaba hangi gelişmiş ülkede vardır? Ben görmedim.

Vs. vs... Dikkat edilirse değindiğimiz konuların büyük bir çoğunluğu artistik, estetik görüş ve algılama yeteneği isteyen konulardır... Biz bu konularda yeterliliği yüksek insanları, bilgiyi devreye sokmadığımız sürece, bu yazdıklarımızı ve daha yüzlercesini daha çok uzun yıllar göremeyeceğiz, algılayamayacağız. Ve ülkemizin imaj puanları özellikle yabancılar (ülkemizi gezemeye gelen / gelecek turustler açısından) asla yukarılara çıkaramayacağız.

Sonuç?

Yıllardır Avrupa Birliği’nin kapılarında bekletilmemiz, gelen turist sayısı her yıl artsa bile kaliteli, paralı turistlerin sayısının devamlı olarak azalması, deniz-güneş, birbirinden güzel, değerli otellerimizde çok ucuz fiyatlara kalma, yeme-içme yapıp, şehirlerimizi gezmeden - görmeden gitmeleri; dünyanın tamamına yakın ülkelerinin bize vize uygulaması vs. bütün olumsuzluklarımızın sonuçları olarak görülmektedir. Dünya ülkeleri arasında yükselebilmemiz, marka imajı yaratıp halkımızın refah düzeyini arttırabilmemiz için, “ürün”ümüzde büyük bir revizyonların yapılması, her konuda kalitesinin arttırılması gerçeğini ordaya koymaktadır.

Bu arada bazı çevreler, turizm konusunda tanıtım yetersizliğinden yakınıp durmaktadır. Doğrudur. Ancak yukarıda yazdığımız tüm konuları entegre düşünmeden, bunlarda bilgiye dayalı olarak kaliteyi (Toplam Kalite) arttırmadan yapılacak “iyi reklamlar”ın da kalıcı bir etkisi olması beklenemez. Tüm marka çalışmalarında durum böyledir. Yani ülkemizdeki birçok konudaki problemleri yoketmeden, her konuda kaliteyi yükseltmeden büyük reklamlar yapmak yanlıştır, paranın (büyük miktarda) boşa harcanmasıdır. Reklamcılıkta bir laf vardır, unutulmamalıdır; “Reklam malı bir kere aldırır; ikinci kez malın kendisi kendisini aldırır”... Yani en iyi reklamı, ülkemize gelen turistin ülkesine döndüğünde anlatacağı olumlu hikayeleri yapacaktır, unutulmamalıdır.

Bütün bunlar bir yana; aslında aşamadığımız en büyük problemler şunlardır;
- Neyi bilmediğini bilmemek,
- Öğrenmemek,
- Gerçek bilgiyi, bilgili insanları aramamak, bulmamak,
- Bilgiden korkmak (koltuğunu kaptırmaktan), bilgili insanları devreye sokmamak,
- Yapacağı iş konusunda uzmanlığı olmayan kişileri önemli yönetim kademelerine getirmek, doğaldır ki bilmediği konularda iş yapmaya çalışmak,
- Ve (bilgisiz olunca) bakmak ama görememek...

Ülkemizin ve iş dünyamızın önce bilgiye ihtiyacı var. Gerçek bilgiye.

Copyrights © 2024 Tüm Hakları Saklıdır